“Benjamin Button hastalığına yakalanmışsın, Daisy Fuller gibi vefalı ve aşk dolu biri lazım sana bundan sonra” dedi. “Dalga mı geçiyorsun doktor, vefanın ve aşkın olmadığı bir dünyada, vefa ve aşk mı reçete ediyorsun bana” dedim. “Hastalığın tedavisi yok” dedi. “Genel olarak, pek de bir şeyi tedavi edebildiğiniz yok zaten” dedim. “Tedaviye karşıyız” dedi. Gıcıklığına. “Sen ol Daisy Fuller’im” dedim. “Ben pisliğin tekiyim, üstelik cehennemin dibindeyim şu an, üç yaşına vardığında besleyemem seni” dedi. “Sıcak sever, açlığa direnirim” dedim. “Sana cehennemimi göstermem” dedi. “Bir şeyini gösterme, ben senin cehenneminde yanmak istiyorum” dedim. “Cehennemim benden başkasını yakmıyor” dedi. “Ben senden başkası değilim” dedim. “Sen benim cehennemimin müsebbibisin” dedi. Gene gıcıklığına. Eski kelimeleri de bilir böyle, tevellüt kelimesini de ondan öğrenmiştim misal. “Hukuk okuyan biri olarak nasıl bilmezsin tevellütün anlamını” dediğinde, “yeni başladım, daha tevellüte gelmedik” demiştim. O da gıcıklığına. Tevellütü de, tevellütü öğrendiğim anı da, tevellütü bana öğreteni de unutmadım. Tevellütü öğrenmek hiçbir işime yaramadı henüz ama doktoru gönderdim işte cehenneminin dibine.